1972 yılında, henüz on üç yaşımda, Devlet Parasız Yatılı sınavlarını kazanarak İlimize bağlı Ereğli İlçesinde bulunan İvriz İlköğretmen Okulunda ortaöğrenimime başladım. Mezun olduğum 1978 yılına kadar, yani altı yıl süresince sekiz ayım Ereğli’de, dört ayım da Seydişehir’de geçiyordu. Seydişehir dedimse, İlçemize bağlı küçücük bir köy olan Oğlakçı’da, babamın işlerine yardımcı olarak geçiyordum yaz tatillerimi.
1974 yılıydı sanırım. Aylardan Ocak ya da Şubattı. Onbeş tatile, bir başka deyişle de Şubat tatiline gelmek üzere Ereğli’den ayrıldım. O gün Ereğli’de hava günlük güneşlikti. Üzerime ince bir şeyler giyinmiştim. Başka bir giyeceğim de yoktu zaten. Mevcut olanlardan, yani okulumuzun yatılı okul olması sebebiyle devletimizin bize vermiş olduğu takım elbise, ayakkabı, çorap ne varsa giyinip öyle çıkmıştım yola. Ereğli’den çıkıp, önce Konya’ya, Konya’dan da bir başka otobüsle Beyşehir üzerinden Seydişehir’e gelinirdi o tarihlerde. Seydişehir’de akşama kadar bekler, akşam olunca o zamanki sıfatıyla, Çavuş Köyü otobüsüyle Çavuş’a, oradan da 7 kilometrelik mesafeyi “gece gündüz” demeden Köyümüz Oğlakçı’ya yaya olarak ulaşırdık.
Seydişehir’e geldim gelmesine ama otobüsten iner inmez, yüksekliği diz boyuna kadar ulaşmış olan bir kar tabakasıyla ve çatılardan aşağıya sarkan buzlarla, dolayısıyla şiddetli bir ayazla karşılaştım. Küçücük valizimi alarak şimdiki Maviköşe Bakkaliyesi’nin yakınlarında bulunan bir kahvehaneye girdim. O zaman, o kahvehaneyi kimin çalıştırdığını da çok iyi hatırlıyorum ama burada isim vermeyeyim, çünkü o tarihte orada çalışan “çaycı” garson Beyefendiyi hala şiddetli bir öfke ile yâd ediyorum. Kahvehaneye girdim ve sobanın yanına iliştim. Dışarıda çok üşümüştüm. Sıcak soba çok iyi gelmişti. Dışarısının çok soğuk olması hasebiyle kahvehane tıklım tıklım doluydu. Sigara dumanından göz gözü görmüyor, içerdeki uğultu kulak zarını patlatacak düzeyde seyrediyordu. Ama olsun, içerisi sıcaktı ya....
Beş dakika ya oturdum ya oturmadım, elindeki tepisiyle “Çaycı” Garson Bey, omuzumdan dürtüklemeye başladı. ’Hışşt ne içecen lan’’ diyerek pek de kibar olmayan bir lisanla; "çay içip içmeyeceğimi" sordu. Cebimde sadece Çavuş’a giden otobüse vereceğim bilet parası kadar param vardı. 25 kuruş çay parası versem, yol param eksilecekti. Utana sıkıla, ürkek bakışlarla “çaycı” garsona dönüp; “abi ben bir şey içmeyeceğim” diyebildim. Dememle birlikte; ’kalk ülen burası söğüt gölgesi değil, kalk çık dışarıya, bir şey içmeyeceksin de ne diye oturuyorsun burada?” diyerek beni “palas pandıras” attı dışarıya.
Elimde valizimle en az üç saat boyunca Çavuş’a gidecek olan otobüsü bekledim kahvehanenin önünde. Ayağımda kösele ayakkabı, içinde naylon çorap, üstümde incecik bir boğazlı kazak, üstünde kumaş ceket ve pantolon olmak üzere ve geleceğe yönelik türlü hayallerimle birlikte üç saate yakın bir zaman, ayaklarımı sırayla bir birinin üzerine koyarak kar ve buzun içinde öylece bekledim.
Benim o halim, kimsenin dikkatini çekmedi. Nasıl bir ruh halinde bulunduğum da kimsenin umurunda bile olmadı. Ama o durumum benim çok umurumdaydı. Yaşadığım o olay ve ona benzer binlerce olay hayatımın yönünü gösteren yön levhaları gibiydiler.
O gün Çavuş’un otobüsüne binip, önce Çavuş’a ulaştım. Çavuş ile köyümün arası da dedim ya yedi kilometre kadar bir mesafedeydi. Çavuş’ta birkaç köylüm ile karşılaştım. Onlarla birlikte bir traktöre binip yarım metreyi aşkın karın içinde, traktörün soğuk demirlerine tutunarak, Gavruk Yaylası’nın karşısına kadar gittiğimizi hatırlıyorum. Sonrası ise benim için dünya ile alakamın kesildiği anlardı. Traktörümüz orada kara saplanıp kalmıştı. “Ölürüm de gitmem” diyordu sanki. İyi ki de gidememişti. Çünkü traktörün rüzgârı ve soğuk demirleri, zaten donmak üzere olan vücudumun direncini iyice kırmıştı. Şartlar, donmama zemin hazırlıyordu adeta... Benim için tehlike çanlarının çaldığı anlardı o anlar. Sadece traktörden indiğimi hatırlıyorum, bayılmışım. Sonrasında, uyandığımda sağımda solumda birer kişinin, beni adeta sürükleye sürükleye yürütmeye çalıştıklarına şahit oldum. Biraz yürüyünce vücudum ısınmış ve kendime gelmiştim.
O anları ve çetin kış şartlarını tarif etmemin imkânı yok. Hani şimdilerde “nerde o eski kışlar?’’ diye sorulan soruların cevabı gibiydi ortalık.
O şekilde ve uzaktan gelen kurt sesleri eşliğinde köye ulaştık ve meşe odunuyla “kütür kütür” yanan sobanın başına kıvrılıp kaldığımı hatırlıyorum. Sonrasında benim hatlar yeniden kopuvermişti. Meğer soğuk bir ortamdan sobanın yanına alıştıra alıştıra girmek gerekirmiş. Her tarafımın tatlı bir kaşıntı içinde olduğu bir ortama yeniden uyandım ve on beş yaşımın hem de dört aylık bir özlemin rehavetiyle; anama, babama ve kardeşlerime nasıl bir özlemle sarıldığımı ve bu yaşadıklarımın tamamının her yıl tekrarlanan ve artık sıradan bir olay olduğunu çok iyi hatırlıyorum.
Ne bilebilirdim ki; 42 yıl sonra bugün, devletimin İlköğretmen Okulu sınavlarına tabi tutarak iki aşamalı bir seçme sınav sistemiyle beni öğretmen yapmak için aldığı okulun statüsünü emrivakiyle değiştirip, sırf bu nedenle daha sonra asubaylık mesleğine gireceğimi ve öğretmen olarak atılacağım hayat yolunda önüme çıkan Führer kılıklı “çaycı” figürü ile tam 40 yıl sonra yeni mesleğimde o sevmediğim figürün bu defa da aşağılamayı sembolize ederek “çaycılık” yaparak ekmeğini kazananlara da hakaret anlamına gelen ifadelerle ülke savunmasının bir numaralı aktörlerinden olan “asubayları" rencide etmek için kullanılacağını nereden bilebilirdim?
Bizler, ömrümüzün bir döneminde; subayı, asubayı, uzman çavuşuyla, 25 kurşluk bir bardak çay için dahi harcama yapmaya maddi mecali olmayan Anadolu insanlarının evlatları iken, devletin ve milletin tasarruflarıyla yürütülen görevlere ve o görevleri yapmak için içine girdiğimiz kurumlara ve yine millet adına kullandığımız mevki ve makamlara oturduğumuzda, aslımızı unutarak devleti kendi tapulu malımız bilip, varlığımızı borçlu olduğumuz millete dirseğimizi göstermesek sanki daha güzel bir iş yapmış daha doğru bir tavır sergilemiş oluruz diye düşünüyorum.
Yoksa, birlik ve beraberliğimizin mihenk taşları olan, bütün kurum ve kuruluşların; Asil Milletin asıl malı olduğunu unutur, bizleri parçalamaya, bölmeye ve gücümüzü zayıflatmaya yemin etmiş olan düşmanlara koz vermiş oluruz.
Şu an yani 42 yıl sonra bugün, sanki o olayları yeniden yaşıyormuşçasına aynı duygularla dopdoluyum.
Bu duygularla dolu olarak da hikayeye noktayı koyuyorum.
Tayyar Yıldırım
Yorumlar
SAĞLIK İÇİNDE NİCE MUTLULUKLARA VE NİCE BAŞARILARA ALLAH EMANET OL YAZMAYA DEVAM !
RSS beslemesi, bu iletideki yorumlar için