19 Ekim 2016 Çarşamba
BAŞKAN: Reşat PETEK (Burdur)
----- 0 -----
BAŞKAN – Yeterli çoğunluk vardır.
Komisyonumuzun yemek arasından sonraki bölümünü açıyorum. Bu bölümde daha önceden bildirmiş olduğumuz, Gazeteci Yazar Yavuz Selim Demirağ konuğumuz olacak, kendisine sorular yönelteceğiz.
Yavuz Selim Bey, buyurun, hoş geldiniz.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Sağ olun.
BAŞKAN – Dün başlattığımız gelenek üzere kısa bir öz geçmişinizi okuyacağız şimdi.
RAVZA KAVAKCI KAN (İstanbul) – Hoş geldiniz.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Hoş bulduk, sağ olun.
RAVZA KAVAKCI KAN (İstanbul) – Yavuz Selim Demirağ, gazeteci yazar. 1978’de Kuleli Askerî Lisesine girdi. Mezun olduktan sonra Kara Harp Okuluna girdi. 1985’te Kara Harp Okulundan atıldı. Hâlen Yeniçağ gazetesinde yazmaktadır. Darbe ve İnfaz, Dijital Terör, Teşkilat Ercan, Teğmen Çelebi ve İmamların Öcü kitaplarının yazarıdır.
Hoş geldiniz.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Hoş bulduk, sağ olun.
BAŞKAN – Evet, bu kısa takdim ve tanıtımdan sonra… Siz iki gündür toplantıları takip ediyorsunuz, usulü çok anlatmama gerek yok.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Biraz gazetecilik de olduğu için, tabii ki…
BAŞKAN – Buyurun, söz sizde o zaman.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Ömrümü de 1982 yılından itibaren bu FETÖ yapılanmasıyla mücadeleyle geçirmiş, kendisini Türk milliyetçisi, devrimci, Atatürkçü, ülkücü, Türk vatandaşı olarak tanımlayan; mensubiyetiyle gurur duyduğum milletimin bir evladıyım. Ancak, karşınızda şu anda bir FETÖ şüphelisi oturuyor. Bundan bir buçuk ay önce, 7 Eylülde FETÖ örgütü adına bir siyasi partiye sızmaya kalkışmaktan gözaltına alındım. Yaklaşık on üç saat süren bir nezaretten sonra ifadem alındıktan sonra serbest bırakıldım ama dosya hâlâ açık, onu da belirtmek isterim.
“Tarih insanın bir kere fotoğrafını çeker, dikkat et gözün kapalı çıkmasın.” demiş bir büyük düşünürümüz. Umarım 15 Temmuz darbe girişimini araştıran Komisyon üyelerinin de tarihin kendilerine yükledikleri misyon gereği bu araştırma sonucundaki fotoğrafta gözleri inşallah kapalı çıkmaz.
Efendim, bu coğrafyada, bu topraklarda yaşamanın bedeli var demiştim. Bugün araştırılan bu örgütü yıllar önce Kuleli Askerî Lisesinde keşfettim. 1980 ihtilali üzerimizden geçmişti. Bu ülkenin en zeki, en çalışkan, idealist çocukları hapishanelere atıldı, çok yoğun işkenceler geçirildi. Askerî lisede de kendisini “millî” olarak ifade eden idealist gençler üzerinde bir sürü soruşturmalar açıldı askerî okullarda, harp okullarında. Adı “ülkücü” diye, adı “devrimci” diye idealist birçok öğrenci kaşının üstünde gözün var gerekçeleriyle atıldılar.
Ben, 12 Eylülde gözaltında alındığım dönemde hemen atılmadım. Şunu ifade etmek isterim: Rahmetli babam bir inşaat müteahhidiydi. Cumhuriyet Halk Partili olmasına rağmen, merhum Turhan Feyzioğlu’yla Cumhuriyetçi Güven Partisini ayrılıp kurmuştu ve o kendisine has çevresiyle benim 12 Eylülde atılmamı engellemeye çalıştı. 1980 ihtilalini yaşadıktan sonra, bir süre tabii, 12 Eylülün de etkisiyle yeniden asli işimiz olan derslerimize döndük. Biraz da faal bir talebeydim. Bir taraftan futbol oynuyorum, bir taraftan tiyatro; sosyal bir talebeydim. Bu esnada benim arkadaşlarım zaman zaman gelip uyardılar, dediler ki: “Yavuz Selim, sen arkadaşımızsın, önder bir arkadaşımızsın ama çok yakın arkadaşlarımızı devşiriyorlar.” “Nasıl yani?” dedim. 12 Eylülün öncesindeki o Anadolu’nun pırıl pırıl, Kastamonu’dan, Yozgat’tan, Sivas’tan gelmiş, millî ve manevi inançları sağlam… Hazır potansiyeldi çünkü bunlar örgüt için ve büyük bir bölümü de milliyetçiydi bu arkadaşlarımızın, bunları devşirmeye başladılar Sayın Başkan. Devşirme şöyle oluyor: Hafta sonları evlere götürülüyor. Bizim dönemimizin -yaklaşık 600 öğrenciydi bizim devremiz- 150 tanesinin anca İstanbul’da evi vardı veya birinci derecedeki yakınlarına evci çıkabiliyorlardı, diğerleri hafta sonları çıkar İstanbul’a… Ve bir de bizim dönemimizde resmî üniforma zorunluluğu var -ben askerî öğrencilik hayatımda iki defa da sivil elbise giymekten ceza aldım - şimdi artık üniforma zorunluluğu yok. O, daha lise çağlarındaki ailelerinden kopmuş, anne baba hasreti çeken, ev yemeğini özlemiş arkadaşlarımızı evlere davet etmişler. Önce, tabii, yemek, arkasından dua, derken iş risalelere vesaireye gelmeye başlamış; bunları öğrendik. Bunun üzerine tabii ki -kendi adıma itiraz ettim- bunlarla kavga ettik, iyi de bir kavgaydı. Aslında, söylerken utanıyorum ama birkaçını da güzel dövdüm, “Bir daha, arkadaşlarımızdan elinizi çekin.” dedik. Bu dövmelerin, tabii, genciz o zaman, liseli yıllar, elimizin de ölçüsü biraz fazla kaçmış, 1-2’si hastanelik oldu, bunun üzerine bir vukuat. Okul komutanımız merhum Doğu Aktulga çağırdı, dedi ki: “Yeter artık ya, nedir bu konu?” Dedim ki: “Sayın Komutanım, bizi daha önce, sizden önceki –çünkü Doğu Paşa 12 Eylülden bir yıl sonra gelmişti- komutanlar bizi 12 Eylülde gözaltına aldılar, güzel güzel de dövdüler, çoğumuzu da attılar. Ama yani bize diyorsunuz ki -çok affedersiniz- ‘Kıçınızın bilmem nesiyle ülkeyi sevemezsiniz. Biz ne kadar izin verirsek o kadar seversiniz’” Nevzat Tandoğan’ın “Komünizm gelecekse onu da biz getiririz.” tarzındaki ifadesiyle böyle seslenmişler. Dedim ki: “Efendim, Komutanım, siz, bizlere ‘milliyetçi, ülkücü’, işte, diğer arkadaşlarıma ‘devrimci’ diyerek bizi vatan haini olarak görüyorsunuz ama benim gözümde asıl hain bunlar.” “Nasıl yani?” dedi.
Efendim, bunlar o zaman Nurcu olarak bilinirler ama Fetullah’ın adını o yıllarda pek kimse bilmez. Çok az kişi onun salya sümük kasetlerini dinlerdi, o yıllarda görüntü de yok, ses kasetleri dinlenirdi gizli gizli . Ama sorumluluk sahibi bir aile geleneğimizden de genlerimizde olduğu için ben bu örgütün ne kadar tehlikeli olabileceğini daha henüz sakallarım çıkmamış, şeftali tüyü olduğum liseli dönemlerde keşfettim çünkü bunlar 2 önemli kurumumuzu hedef almışlardı: Birincisi Türk Silahlı Kuvvetleri, ikincisi Emniyet teşkilatı.
Bu, Kuleli Askerî Lisesindeki operasyonu size -ilk operasyondur anlatayım. Rahmetli Doğu Aktulga son derece titiz bir davranışla hemen talimatları verdi. Tabii, 1982 sıkıyönetim koşulları da var 12 Eylülün, derhâl MİT ve Emniyetin bu konudaki uzmanları geldiler. Bizim okulumuzda, yani yaklaşık 2.500-3.000 kişilik okulda yapılan bir araştırmayla 136 öğrenci tespit edildi. Fakat bu, sadece bizim Kuleli Askerî Lisesi için geçerli değil, Pendik’ten Bakırköy’e kadar olan bölgede…
BAŞKAN – 1982, değil mi?
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ - Evet efendim.
…240 ev tespit edildi. Kulelinin yanında Deniz Lisesi, Deniz Harp Okulu, Hava Harp Okulu, çeşitli sınıf okulları vardır İstanbul’da, ulaştırma okulu, piyade okulu vesaire. Bunlardan da, bu personelden de yüzlerce kişi gözaltına alındı. Kulelide yaklaşık iki ay süren bir soruşturma esnasında merhum Doğu Aktulga, sosyologların, psikologların da destekleriyle, tarihçilerin de destekleriyle bu gözaltına alınan arkadaşlara, bu kişilere özel dersler verildi iki ay boyunca. Bu esnada soruşturmalar sürüyordu. Ancak malumunuz, 12 Eylül koşulları, bir de bu öğrencilerin tamamını atmak yerine bunları kazanmak için de çok çaba sarf edilmiştir. Ki bu öğrenciler arasında, okulda dereceler vardır yani bizim okul 1’incisi, 2’ncisi, 3’üncüsü dediğimiz, sınıf başkanı dediğimiz çocuklar vardı, disiplin notları 100 yani tam, dersleri çok iyi. Dönemin komutanları “Bunları atmaktansa masum olanları da kazanalım.” dediler. Nitekim, bu 134 kişiden 86’sı atıldı, geri kalanları kazanıldı hissiyle bırakıldılar ve 15 Temmuz gecesi yapılan darbede bunlardan, bu atılmayanlardan 11 de general vardı. Atılanlardan birisi geçtiğimiz dönem bu Meclisin çatısı altında İstanbul Milletvekilliği yapan, benim sınıf arkadaşım Muhammed Çetin’dir. Muhammed Çetin –kitabımda yazdım- Dinlerarası Diyalog Enstitüsünün Başkanı, Pensilvanya’daki kayıp kardinalin de sağkolu olarak bilinen bir kişidir.
MEHMET ERDOĞAN (Muğla) – Kimin sağkolu?
MİHRİMAH BELMA SATIR (İstanbul) – “Atılan” dediniz, değil mi?
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ - Evet, Kuleli Askerî Lisesinden atılan. Onun öz geçmişinde yazmaz bunların hiçbirisi yani Kulelide okuduğunu falan yazmaz.
Bu atılanların da nasıl hareket ettiklerini, önemli bölümlerini şu kitapta yazdım. Umarım Komisyon üyeleri kitabımızı inceleme şansı elde ederler.
Efendim, daha sonra Harp Okuluna geldik ama Harp Okulunda da yine koşullar aynı. Benden önce bu koltukta oturan Hilmi Özkök Kara Harp Okulu Alay Komutanıydı, benim de alay komutanlığımı yapmıştır, Menteş Kampı’nda atılmak üzereyken de beni kurtarmıştır bir kere. Daha sonra, biz Harp Okulundayken tuğgeneralliğe terfi etti, Siirt’e gitti; daha sonra tümgeneral oldu, Brüksel’e gitti.
Benim burada -keşke Dursun Çiçek de olsaydı, o da duysaydı- kafama takılan bir iş var. Bu askerler, bu kurmaylar Brüksel’e, yurt dışına gittiklerinde bunlara bir hâl oluyor, cidden bir hâl oluyor. Yani bu, Necdet Özel için de geçerlidir, Hilmi Özkök için de geçerlidir, bugünkü kurmay sistemi için de geçerlidir.
Şimdi, Harp Okulunda da o yıllarda, tabii, 1980’li yıllarda çok organize değiller, bireysel çabalarla, hücre çalışmalarıyla bu okullara sızıyorlar. Aynı dönemde, aynı yöntemlerle de polis kolejlerine sızmışlardır. Benim, aynı zamanda meslektaşım olan Zübeyir Kındıra var. Zübeyir Kındıra “Fetullah’ın Copları” ismini verdiği kitapta da kolej yapılanmasını, polis koleji yapılanmasını anlatır. O kitabı yazdığı için de Zübeyir’in başına birçok şey geldi ve Zübeyir’in yazdığı kitaptaki o yıllarda, 1980’li yıllarda polis kolejlerindeki idarecilerin hepsi şimdi tutuklu, Emniyet müdürü onlar da. Onu da bir hatırlatmış olalım.
Harp Okulunda da yine çalışmalar görüyorduk. Bunlar çok gizli, gizlice ama namaz kılarlar gözleriyle vesaire, hafta sonları çeşitli semtlerdeki evlere gittikleri de biliniyordu. Ama Kuleliyle ilgili operasyonu, şu anda emekli tümgeneral olan, o dönemin kurmay yüzbaşısı, benim de tabur komutanlığımı yapmış olan, onu tanımaktan hep onur duyarım, Hasan Peker Günal Paşamı buraya davet ederseniz, ki öneririm, o size o dönem yapılan operasyonun bütün ayrıntılarını anlatacaktır.
BAŞKAN – Görevde mi?
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Emeklidir, İzmir’de ikamet ediyor, tümgenerallikten emekli edildi, kendisi emekli oldu.
Yine, benim Kuleli Askerî Lisesindeki tarih hocam Togan Saraçoğlu. Ben bu kitabı yazarken, daha doğrusu bu kumpas davalarını takip ederken Togan Saraçoğlu Hocam beni zaman zaman arar ve 1950’li yıllarda fakülte, yüksekokulda, ki Togan Saraçoğlu Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi mezunudur, orada askerî öğrenci olarak okurken arkadaşlarına nasıl, kendisini de bir kere eve götürmüşler... Bakın, bu, 1957; 1957’den bahsediyorum. O dönemde çok küçük çalışmalar var ama hiç peşini bırakmamışlar. Nitekim kayıp kardinal diyor ki: “50 bilgisayar mühendisi yerine 1 subayı tercih ederim.” Bu kadar önem veriyor askere. Togan Saraçoğlu Hocamı da davet ederseniz 1950’li yıllardan itibaren kimlerin nasıl çalıştığını ve bu askerî okullarda birkaç tane de öğretmen vardı. Ben Hilmi Paşa’yı dinlerken isim geçmedi ama ben kitabımda yazdım. Mesela, Kuleli Askerî Lisesinin 1950’li yıllardaki bir öğretmeni vardır, Hüseyin Hilmi Işık yani bu, Enver Ören’in damadı, Enver Ören de Kuleli Askerî Lisesi mezunudur.
BAŞKAN – “Işıkçılar” diye…
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Evet, evet.
Onlar ama yani damadını göndermemiştir Harp Okuluna, yanına almıştır, kızıyla evlendirmiştir. Yine, o dönem 1950’li yıllarda birkaç öğretmen var, ben kitabımda yazdım. Togan Saraçoğlu’nu davet ederseniz o çok daha geniş size izahat verecektir.
Yine, Harp Okulunda takım komutanı olarak görev yapmış olan, daha sonra Balyoz davasında uzun süre tutuklu kalan emekli Albay Mustafa Çalış var. Bu Mustafa Çalış o dönem bunların evlerine giden çocukları tespit etmiş, bunlarla ilgili işlem yapmış, ifadelerini almış diye de üst komutanları “Ya, bizim işimiz değil bunlar, bunlar MİT’in işi.” deyip bunu da Harp Okulundan uzaklaştırdılar.
Yine, benim sınıf arkadaşlarımdan İzmir’deki askerî casusluk davası sanıklarından, zanlılarından Hasan Kızılaslan var. Hasan Kızılaslan da 2000’li yıllarda Harp Okulunda bölük komutanı, kurmay. Yine, Fetullahçı terör örgütünün bu Haşhaşilerini tespit ettiği için bunu da oradan sürüyorlar. Ki, bu isimlerin mutlaka bu konularda dinlenmesinin faydalı olacağı kanaatindeyim.
Efendim, gazeteciliğe başladım. Başladığım günden beri yani Harp Okulundan ayrıldıktan sonra gazeteciliğe başladığım günden itibaren de yine bu Fetullahçı terör örgütünü takip altına almaya gayret ettim. Bunların bir gazeteleri vardı, Zaman gazetesi, bir dönem 1 milyon sattığı iddia ediliyordu.
Ne oldu bu gazeteye? Aslında Komisyon olarak bir de şunu araştırmak lazım: Yıllarca bu gazeteyi ayakta tutan, bunlara reklam veren, bunların kâğıdı, bunların mürekkebi, bunların dağıtımı… Bakın, bir örgüt günlük, sabahları 1 milyon gazete dağıtıyor. Şimdi, rahmetli anneciğimin oturduğu binaya sabahleyin gelir, 7-8 tane bırakırlar çeşitli posta kutularına, tam beş yıl boyunca sabah erken kalktığımda yani onları gördüğümde bunları alıp çöpe atıyordum. Bunlara abone olan hiç kimse “Niye benim gazetemi çöpe attın?” demiyordu bana. Ortada bir gizlilik var çünkü bir suç var, bir örgüt var ve yıllarca bu örgütün gazetesi ne yazık ki bu çatı altında da yani hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğu Meclisin çatısı altında da en önemli, prestijli gazeteler arasındaydı. Bunların çıkardığı dergiler… Bana gözaltına alındığımda “Zaman gazetesine abone misin, Aksiyon dergisine, Sızıntı dergisine abone misin?” diye soruldu. Ama ne yazık ki Türkiye Büyük Millet Meclisi de bu dergi ve gazetelerin bir numaralı abonesiydi, bunun da sorgulanması gerektiği kanaatindeyim, bilmem zülfüyâra dokunuyor mu?
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) – Dokunuyorsunuz, bizimkine değil tabii.
RAVZA KAVAKCI KAN (İstanbul) – Bizimkine de değil.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Efendim, yine, sözlerimi uzatmayacağım, önümde kitaplar var, kitaplardan falan okumayacağım, sabrınızı asla zorlamayacağım.
2006 yılında ilk kumpas davaları başladığında, Şemdinli’deki kumpas davası, astsubayların tutuklanma davası başladığında rahmetli gazeteci büyüğümüz Ünal İnanç amca beni çağırdı, dedi ki: “Evlat, sen hem gazetecisin hem de eski bir askersin, şöyle bir şey olabilir mi? Bir el bombasını camdan içeri atıyorsun, aynı anda çektiğin pimi de o delikten geçiriyorsun, bu mümkün mü?” Dedim ki: “Bu mümkün değil.” Dedi ki: “Bu astsubayları bu yüzden tutukladılar, bu bir kumpastır.” Bu kumpas davasının peşine düştüm, başıma gelmeyen kalmadı.
BAŞKAN – Şemdinli Umut Kitapevinden tutuklu olanlar…
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Evet, evet.
Şimdi, oradaki 2 astsubay ve 1 korucu da hâlâ hapis yatıyor. Yeniden davasının görüleceği ifade ediliyor ama on yıldır hapisteler. Akabinde, yine “Atabeyler Çetesi” diye bir dava türettiler, yani dedim ki: “1 yüzbaşı, 2 komiser, 3 astsubayla nasıl bir darbe yapılacakmış, anlamıyorum.” dedik.
Biraz da meraklıyız. Endişeliyim kendi adıma çünkü yıllarca bana “paranoya” dediler. Endişe ettim ve bu işin peşine düştüm.
Yüzbaşı Murat Eren. Daha işte birkaç ay önce tahliye edildi. O çocuğun da başına gelmeyen kalmadı. O çocuğu bir çağırın, dinleyin, niçin onu?
Hemen… Bir sohbette konu Fetullah Gülen’den açılınca “Ya, boşver o herifi, hainin birisi.” Ertesi gün çocuğu, ertesi gün, orada bulunan 2 komiser, 2 -3 astsubay, orada kim varsa hepsine “Atabeyler” yaftasını astılar ve çocukları tutukladılar. Ne yazık ki yıllarca, şimdi adına “havuz” denilen, “yandaş” denilen, “candaş” denilen, hatta “merkez” denilen medya bu çocukların güya evlerinde kroki çıkmış, devrin Başbakanı Sayın Erdoğan’a suikast yapacaklarıyla ilgili de iddianameler düzenlendi, yıllarca bu çocuklar hapis yatırıldı. Ben Murat Eren’in de aslında dinlenmesinde fayda görüyorum.
Hemen arkasından Ergenekon kumpası. Ergenekon. Öyle bir çuval yaptılar ki, birbirine benzemez… Yani o günlerde Silivri’de bir tabir vardı, “Bu adamları bırakın bir örgüt kurmayı, bunlar bir kooperatife bile üye olmaz.” derlerdi çünkü hepsi birbirinden farklı tiplerdi, bunlar tutuklandı. İddianameler çok ilginç. Yine paranoyayla soruşturmaya başladık. Yazılar yazmaya başladım. Gittim, Teğmen Çelebi’yi dinledim, şu kitabı yazdım. Bu çocuğun telefonunu emniyette alıyorlar gece saat 3’te, açıyorlar, işte, 150 -200 tane görüşme yüklüyorlar ve bu kanıtlanıyor. Bunun yapıldığı yıllar sonra bilirkişilerle ortaya çıktı. Ne yazık ki bunu yapan polisler belli. Fakat memur yasasında bir şey var, sizler daha iyi bilirsiniz, soruşturma yapabilmek için mülki amirden izin isteniyor. İzin verilmedi, defalarca izin verilmedi ve bakın, Silivri’ye girerken böyle bir adamdı, tanıdım, Kuddusi Okkır, içeride kanser oldu. Hiçbir hastane kabul etmedi çünkü burada, bu çatı altında geçtiğimiz dönem milletvekilliği yapan Prof. Dr. Mehmet Haberal’a “Rapor verdiler.” Diye profesörler tutuklanıyordu ve ne yazık ki medyanın hiç sesi çıkmıyordu.
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) – “Katakulli var.” diyorlardı.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Evet, “Orada bir katakulli var.” diyorlardı ve bugün kendilerini demokrasi havarisi ilan eden, darbe savar görünen pek demokrat kalemşörler “Ateş olmayan yerden duman tütmez.” Diyordu Ergenekon ve Balyoz davasında ve bizleri -kendi adıma söylüyorum- benim gibi arkadaşlar, birkaç kişiydik biz Silivri’ye giden, birkaç kişi, bizleri de “darbenin kalemşörleri”, “darbecilerin yandaşları” olarak ilan ettiler ve televizyon ekranlarında bizi infaz etmeye kalkıştılar. Sayın Petek de onun birkaç tanesine tanıktır, şahittir.
Bu Teğmen Çelebi’yi yazdım, bir imza günü tertiplendi birkaç küçük yerde, mesela Aydın Nazilli’de, gittim, imzaladım, akşam da konferansta konuşma yapıyorum. Ben zannediyorum ki yerel televizyon kameraları orada.
Soru-cevap faslında birkaç kişi soru sordu, dediler ki: “Neden bu dokunulmazlıklar kaldırılmıyor?” Ben de dedim ki: Onu hırsızlara sormak lazım. Cümlem bu. Hemen, o konferanstan bir hafta sonra bir tebligat geldi, devlet büyüklerine hakaret suçundan soruşturma açılmış yaptığım konuşmayla ilgili. Bir, tapeler var yaptığım konuşmayla ilgili. Nihayet otuz yıllık gazeteciyim, 8-10 tane kitabım var, bu kadar televizyon programı yapmışım, bu kadar kötü Türkçe olmaz yani. Türkçeyi de iyi konuştuğumu iddia ederim. Dedim ki: Ya, bunlar gerçek değil, “Namaza yaklaşma.” gibi bir fezleke yazmışsınız. Bakın, bu, yargıya çöreklenen FETÖ’nün elemanları beni hiç Nazilli’ye çağırmadan, burada talimatla, 1 kere ifademi alıp 3’üncü duruşmada on bir ay, yirmi gün ceza verdiler ki “Artık konuşma ve yazma.” diye. Bitmedi tabii. Biz devam ediyoruz inadına. Okuyacağız, yazacağız, konuşacağız. Bu esnada televizyon programları var ve sessiz çığlıklar var, duruşmalar var Silivri’de. Silivri’de duruşmalar iki hafta sürer, ikinci haftanın sonu cuma günü tahliye talepleri değerlendirilir. Yani oraya, oradaki tutuklu ailelerin eşleri, çocukları bile orada on gün, on beş gün kalamıyorlardı çünkü orada kalmanın bir bedeli var, orada bir otelde kalacaksınız vesaire. Ama bugün karşınızdaki fakir gün geldi çadırda, gün geldi arabada yattı, onların hepsini takip ettim. Arkasından, “Dijital Terör” diye bir kitap yazdım. Bu kitapta da Balyoz davasında nasıl sahtekârlıklar yaptıklarının bir bölümünü ortaya koyduk. Eve geldim, bir gecede, park hâlindeki, benim 86 model, iki yıldır evin önünde çalışmıyor, yatıyor, bir düldül var, araba, iki yıldır hiç çalışmıyor. Daha önce ama Silivri’ye beni götürüp getiriyordu. O arabaya bir gecede -fotoğraflarını çekmişler- 3 ayrı ceza yazdılar. Diyorum ki… O kadar çok ceza geliyor ki. Yani, şimdi satılmıyor da, önce cezasını ödeyeceksiniz çünkü, evin önünde duruyor. Vergi cezaları, usulsüzlük cezaları ve yazdığım yazılarla ilgili onlarca tazminat talebi ve on bir ay yirmi gün başımızda sallanıyor ya, bir dahakine içeri gireceğiz , o kadar çok dava açtılar ki, haftanın bir günü, iki günü, adliyelerdeyim. Ama biraz inatlık da var. Dedim ya, bizim Türkiye’de sağda ve solda bir hastalık var. Sağcılar “devrim” kelimesinden korkarlar, solcular da “millî” kelimesinden, milliyetçilikten korkarlar. Ben bir Türk milliyetçisi, ülkücü olarak, aynı zamanda Atatürkçü olarak bir devrimcinin aynı zamanda milliyetçi olduğuna inanırım, bir milliyetçinin de devrimci olduğuna inanırım. Bu inançla, bu milliyetçilik, devrimcilik ve ülkücülük bir araya gelince, inatla bu işin üzerine gitmeye başladım ve buradaki gördüğünüz Çelebi, Dijital Terör ve İmamların Öcü dışında, aslında cezaevinde yatan, o sırada yatan arkadaşlarımın adına da 3 -5 kitap yazdım. Tabii, onlar başkalarının adına olduğu için onları söyleyemeyeceğim. O kadar. Yani peşimize neler taktılar?
İmamların Öcü’nü yazdım. Bunu 17-25 Aralık öncesinde bitirmiştim zaten ama malum, böyle bir kitabı, TSK’daki ilk cemaat yapılanması, uzun süre hiçbir yayınevi yayınlamaya cesaret edemedi. En son, sağ olsun, Kırmızı Kedi yayınları yayınladı, 26 Mayıs 2015’de, yani bundan yaklaşık iki yıl önce piyasaya çıktı. 29 Mayısta Genelkurmay Başkanlığı benimle ilgili suç duyurusunda bulundu. Suç duyurusunun altında, o gün, 26’sında kitap çıktı, endişelenmişler ama bu kitabın çıkacağını biliyorlar, hep öteletmeye de çalışıyorlar, engellemeye çalışıyorlar. Dost Kitabevinden 15 tane almışlar, 20 savcıyı çağırmış Köse, şimdi tutuklu, Sincan’da. 10’ar, 15’er sayfa demiş ki: “Hemen bir fezleke hazırlayıp bunu içeri attırın.” Şeyi bir okusanız, gülünç. Anladım suç duyurusunda. Kitabın tamamını…
BAŞKAN – Kitabın tam ismini söylerseniz kayda girmesi için. Talimatı veren?
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Muharrem Köse, Genelkurmay Adli Müşaviri bu arkadaş. Tabii, 15 ayrı savcı 10’ar sayfa, 15’er sayfa okumuşlar, birbirlerinden farklı, tamamını okumadıkları için çok salakça bir fezleke hazırlamışlar. Suç duyurusu İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına. Gittik. Benim çok değerli bir avukat arkadaşım var, o da Kuleli Askerî Lisesi mezunudur, Avukat Erhan Tokatlı. Binbaşılıktan sonra o hukuk okudu. O, sağ olsun, beni yanına aldı, gittik, ifademizi verdik. El cevap: “Kovuşturmaya gerek yoktur.”
Yine bu kitapta yazdığım ve 15 Temmuz gecesi TRT’yi basanlardan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Muhafız Alay Komutanı Muhammet Tanju Poshor benimle ilgili suç duyurusunda bulundu, ceza ve tazminat davası açtı ve orada, şimdi sözü de fazla uzatmak istemiyorum, bir sürü insan bize tazminat ceza davaları açtılar ama hatta -isimlerini vermeyeyim izin almadığım için- Türkiye’nin önemli, en çok okunan yazarları, köşe yazarları, Ankara temsilcileri, bu altı, yedi yıllık Silivri sürecindeki getirdiğim, onlara da verdiğim belgelerin bir bölümünü yayınladılar, yüzde 90’ını yayınlamadılar, 16 Temmuz günü arayıp şöyle söylediler: “Ya, Yavuz Selim bir kahve içelim.” Hayırdır dedim, “Hakkını helal et. Sen gelip bize anlatıyordun, belgeler veriyordun, kitaplar getiriyordun, sen kapıdan çıkınca “Bu çocuk kafayı yemiş, paranoya olmuş.” diyorduk ama sen bize yüzde 10’unu bile anlatmamışsın.”
Bunları söylediler ve bir sürü hadise.
Bu Tanju Poshor… Bakın, sadece Tanju Poshor’u değil, bu TSK’dak yapılanma içerisinde 86 askerî lise girişlilerin, 94 mezunlarının, Harp Akademilerinde soruların nasıl dağıtıldığını şu kitapta…
Geçen hafta 11’inci baskısı yapılmış. Kitap da güme gitti. Yani kitap çıktı, 7 Haziran seçimleri, arkasından yine kasım seçimleri ve merkez medya dâhil olmak üzere, yandaşlar, candaşlar, hepsi ambargo koydular bu kitaba. Ne zamana kadar? 15 Temmuz oldu, burada yazılanların hepsi gerçek oldu.
Bir de geçenlerde ben gözaltına alındım. İlker Başbuğ Paşa, sağ olsun, bir kitabında, bu kitabında da 8 sayfa bu kitaptan alıntılar yapmış. Öyle. Yani son dönemlerde tanınır oldu. Yoksa bugüne kadar yazdığım kitapların hiçbirisinden tek kuruş para kazanmış değilim. Telif yerine zaman zaman kitap alır, okuyuculara, Batman’daki uzman çavuş, Iğdır’daki ilkokul öğretmeni bize mektup yazarlar, e posta atarlar, onlara imzalar göndeririz. Ama yine bir kitap aşamasındaydım, İmamların Darbesi. Ama İmamların Darbesi değildi, “İmamların GATAkullisi”ydi ismi. GATA’daki ve Hava Kuvvetlerindeki yapılanmayı anlattığım o kitap 15 Temmuz öncesi yayınlanacaktı ama başta İzmir Savcısı olmak üzere soruşturmayı yürüten savcılar rica ettiler, “Gizli bir soruşturmamız var.” ve ben o kitabın word dosyasını verdim, yani basılmamış kitabı “flash”la verdim, buradan da faydalanın. Nitekim İzmir askerî casusluk davasında o tutuklama kararı verilen amirallerin, 2 amiral ve o subaylarla ilgili bilgilerle de zannediyorum yardımcı oldum.
Yine bu örgüt sadece terör örgütü değil, bu örgüt aynı zamanda… Bu örgütün öyle elemanları var ki, bizim ülkemizde hepimizin en duyarlı olduğu konu çocukların istismar edilmesi, cinsel istismardır. Bakın, Ergenekon davasında bir gizli tanık vardı. Ben bu tanığının adının Yüksel Dilsiz olduğunu faş ettiğim için hâlâ mahkemelerim devam ediyor, ceza davam. Bu Yüksel Dilsiz diyor ki... Gizli tanık, hem tanık hem sanık, tıpkı o ünlü “Osmanım” gibi.
Silivri’de verdiği ifadelerde ilginç şeyler ortaya çıktı. Biz bunu faş ettik, bunun asıl adını. Orada o tutanakları mutlaka bu Komisyonun okumasını arzu ederim. Diyor ki: “Ben ortaokul talebesiydim. Ağabeyler evlerine giderken orada cinsel istismara uğradım, tecavüze. Ve daha sonra ben büyüdüm, ağabey oldum, 24 kişiye…” Bilinen. Yüz küsur sene hapis cezası var. Ve Zekeriya Öz bunu çağırıyor, diyor ki: “Gizli tanık ol, ceza indirimi yapacağım.”
O, bu örgütün, özellikle bunun araştırılması, bunlarla mücadelede psikolojik olarak da çok önemsiyor. O kadar çok cinsel istismar var ki. Ve aile içerisindeki ensest ilişkiler gibi bunlar saklanıyor, çok ciddi. Bunlarla ilgili de keşke farklı bir araştırma yapılsa, farklı bir komisyon kurulsa. Yani, inanıyorum ki… Benim bildiğim, benim tespit edebildiğim 40-50 hadise var, bunun Türkiye’ye genelini bir düşünün. Yani, şimdi, Karaman’da Ensar Vakfı meselesinin üstü hemen kapatılmaya çalışıldı ama bu örgütün içerisindeki cinsel istismar konusunun önemle, yalvarıyorum size -yani benim çocuklarım var, çok şükür büyüdüler, üniversitedeler ama- sokakta, yani, hâlihazırda bu çetenin ağına düşmüş ortaokullu, ilkokullu çocuklarımız var, bu çocukları kurtarmak için bu konunun üzerine ısrarla gidilmesi düşüncesindeyim.
Şimdi, irtibatı kesenlere de çok ağır cezalar veriyorlar. Önce “şefkat tokadı” diyorlar, sonra tehditler, şantajlar. Bugün ismini veremeyeceğim ama kayıtlarda bunlar var. Şimdi, kamuoyuna açık, burada gazeteci meslektaşlarım var, isimlerini veremeyeceğim bu yüzden ama özellikle Hava Kuvvetlerinden son altı yedi yılda 3 binden fazla personel “Ahlaksız.” diye atıldı. Niye? “Ahlaksız.” diye. Oraya bir çete çöreklendi, onların hepsi o gece halkımıza bomba atan, bu binaya bomba atan çete; astsubayını, subayını…
Yani, düşünebiliyor musunuz, lojmanda, balkonunda şortla oturan üsteğmeni ahlaksızlık yüzünden atıyorlar; yine bir yüzbaşı lojmanının balkonunda yaz günü bira içiyor diye farklı bir şeyle atıyorlar. 3 binden fazladır. Bunlardan bir yüzbaşı var, bu çocuk askerî liseye bunların sayesinde girmiş fakat sonra uyanmış, bunlarla irtibatı kesmiş. Ve bu çocuk pilottu, bu çocuk kurmaydı. Bu çocuğu ne yaptılar? “Esrarkeş.” diye attılar. Hava Kuvvetlerinin şimdi Disiplin Kurulu diye bir kurulu var, öyle eskisi gibi mahkeme falan yok, atıyorlar hemen. Harp okullarından son yedi sekiz yılda atılan öğrenci sayısı 3 bini geçti.
Şimdi, Kuleli Askerî Lisesi dediğim anda tüylerim diken diken olur, şimdi kapatmaya çalıştıkları o iki yüz yıllık okul. O okuldan sadece subaylar mezun olmadı; ne sanatçılar, ne bilim adamları var, ne profesörler var o okuldan mezun olan. Yani, oralardan çocuklar dereceyle mezun oluyorlar, Kuleliden, Maltepeden, Işıklardan. Ki çok zordur yani benim dönemimde matematik, fizik, kimya dersleri İngilizce okunurdu, yani Robert Kolejinden daha üstün bir seviyesi vardı o okulun. O okuldan dereceyle mezun olan, 5’incilikle, 3’üncülükle, 1’incilikle mezun olan çocuklara harp okullarında önce kamplarda mobbing uyguladılar, daha sonra, düşünebiliyor musunuz… İki yıl üst üste sınıfta kalan öğrenci atılır. Yani harp okulunun 1’inci sınıfında devre kaybını anlarım, 2’nci sınıfında çok azdır ama 3’üncü, 4’üncü sınıfında dersten atılan yoktur harp okulu tarihinde ama son beş yılda bu çete yüzünden 3’üncü sınıfta…
Bizzat tanık olduğum için kısa bir anekdotla anlatmak istiyorum: Çocuğun babası astsubay. Kuleli Askerî Lisesini bitirmiş, çok genç, pırıl pırıl. 3’üncü sınıfa kadar da gelmiş ama baba Atatürkçü yani milliyetçi. Bakın, çocuğun adı “Cem” diye, Alevi endişesiyle, düşmanlığıyla “Cem”leri attılar okuldan, biliyor musunuz? “Babası sosyal demokrat, ADD üyesi, Cumhuriyet Halk Partisinin Konak İlçe Yönetiminde, Milliyetçi Hareket Partisinin Kırıkkale İl Başkan Yardımcısı.” diye çocukları attılar. “Kaşının üstünde gözün var.”, “Neden ayakkabıların boyasız?”, “Sakalın, saçın, bilmem ne…” Bunları attılar.
Bu anekdot şöyle: Artık çocuk o kadar dikkatli ki. Sınavlarda 85’lik kâğıt veriyor ama sınavda siliyorlar soruları. Babası bana geldi, dedi ki: “Ne yapacağız?” Yani, inanamıyorum ama, rica ettik o zamanın Kara Harp Okulu Kurmay Başkanından. Kazayla, yani, Harp Okulunda yönetici olup da FETÖ’cü olmayan çok nadir kişilerden birisi. Dedi ki: “Madem öyle, tükenmez kalemle yaz oğlum.” “Yasak Komutanım.” “Oğlum, sen yaz. Birisi bir şey derse benim emrim olduğunu söyle.” Çocuk o gün sınavda tükenmez kalemle yazar ve 87 alır ve sınıfını geçer. Bakın, bunlar yaşandı askerî okullarda.
Yine, Genelkurmay Başkanlığı 17-25 Aralıktan sonra, sözde, bu FETÖ örgütüyle ilgili bizim kitaplarımız, yazılarımız, vesaire yüzünden bir soruşturma başlattı ama yani öyle bir şey ki Genelkurmayın Adli Müşaviri Muharrem Köse gibi darbenin beyni adamı savcılar… Yani bir nevi ciğeri kediye teslim ettiler. Türkiye'nin bu konularla ilgili bilgisi, belgesi, kitapları olan ben dâhil -ablam da burada, Müesser Yıldız- çeşitli kişileri çağırıp ifadesini alan, FETÖ soruşturmasını yürüten savcı Kurtuluş Kaya firarda, firarda, o gece de Genelkurmay karargâhında. 108 -benim bildiğim kadarıyla son olarak 108- askerî hâkim ve savcı atıldı, işlerine son verildi, büyük bir bölümü tutuklu. Böyle sirayet ettiler, böyle sızdılar.
Ama, dediğim gibi, FETÖ’yle bu kadar mücadele et, başına gelmeyen kalmasın, en sonunda da FETÖ’cülükten gözaltına alın. Evet, FETÖ adına bir siyasi partiye sızmaya kalkışmaktan gözaltına alındım. Bir gazetecinin en önemli iki cihazı vardır: Biri telefonu, bir tanesi de bilgisayarıdır. Benim telefonuma ve bilgisayarıma el koydular. Diyorum ki: “Ya hiç olmazsa imajını alın, o bilgisayarın “harddisk”inde bir sürü bilgim var.” Şimdi, burada, tanıdığım… Mesela Selçuk Hoca’nın telefonu orada gitti. Bir sürü… Kızımın, dayımın, amcamın telefonları gitti, bütün hafızam gitti. Neymiş efendim, hâlâ soruşturma sürüyormuş, siber suçlar ondan imaj alacaklarmış. Bu, altı ay da sürebilirmiş, iki ay da sürebilirmiş. Bu yapılabilir mi? Tabii, sen bu kadar imamlarla uğraş… Ama ben gerçek imamlarla değil. Bakınız, sonunda benim aşiretimin, ailemizin adı “İmamoğulları”dır Kayseri’de. Kayseri’nin Talas ilçesinde Kamber köylüyüm. Dedem Kuvayımilliye’yi ilk başlatan Kamberli Osman Ağa’dır. Bizim ailemiz “İmamoğlu” olarak bilinir. Babam dâhil herkes hafızdı, hâlâ dayılarım hafız. Ben inanan bir insanım. Belki birtakım dinî görevlerimizi tam anlamıyla yerine getirmiyorsak da ben de inanan bir insanım fakat bu süreçte…
BAŞKAN – Kırk beş dakikanız doldu. Sözü kesmek istemiyorum ama…
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Toparlıyorum.
BAŞKAN – Toparlarsak…
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Bu süreçte bunların, Allah adına aldatan bu alçakların yüzünden, mezhepçilik yapan bu adamlar yüzünden -benim tercihim değildi zaten Sünni olmak ama- ben mezhebimi değiştirdim, Alevi oldum.
Zaten meşreben Hoca Ahmet Yesevi’ye bağlıydım, zaten meşreben Mâtürîdî’ydim ama Sünniliği bu kadar istismar eden, mezhepçiliğe döken bu insanlar yüzünden -çok şükür, bununla da gurur duyuyorum- mezhebimi değiştirdim. Diyorlar ki: “Değişmez.” Hayır, ben kendi adıma, fikren değiştirdim. Tabii, imamlarla uğraşınca sizin etrafınızla da uğraşıyorlar.
Bakınız, benim yetiştirdiğim, ağabeyin kızı öğretmen, ilkokul öğretmeni. 15 Temmuzdan sonra bir kararnameyle işine son verildi. Sebep: Kocası astsubaydır; bir müddet, çok kısa, yirmi gün, 15 Temmuzda gözaltına alındı ve sonra serbest bırakıldı. Bu çocuğu kanun hükmünde kararnameyle attılar, on altı yıllık öğretmeni -pırıl pırıl bir çocuk yani- attılar.
Ablamın oğlu, 4’üncü sınıf emniyet müdürü. Bu çocuk kolejden yetişmiş. Bu FETÖ’cüler yüzünden dört yıldır kıdemini alamıyor, aşamasını alamıyor. Isparta’da 4’üncü sınıf emniyet müdürü. Geçtiğimiz gün “Bu da şüpheli.” diye açığa aldılar. Sebep şu: Bir, sulandırmak. İki, kendilerine arka almak. Üç, kriptoları gizli tutabilmek için başkalarını ihbar etmek. Oysa, yani, burada Sayın Başbakan bizim gözaltına alınmamızdan sonra bir açıklamayla bu yanlıştan dönüldüğünü ifade ediyor, imzasız ihbar mektuplarıyla ama o kadar çok kişinin canı yandı ki. Ve hâlâ bu FETÖ… Başta Emniyet Teşkilatı olmak üzere hâlâ bu belirlenenler buz dağının görünen tarafı diyorum. Daha fazla da uzatmayalım. Soruları bekliyorum.
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum.
Selçuk Bey, buyurun.
SELÇUK ÖZDAĞ (Manisa) – Yavuz Selim Demirağ Bey, hoş geldiniz.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Sağ olun.
SELÇUK ÖZDAĞ (Manisa) – Sizi uzun zamandır tanıyorum, eski yıllardan tanıyorum. Aynı zamanda Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli ile Sayın Meral Akşener arasındaki siyasi mücadele beni hiç ilgilendirmedi, ilgilendirmiyor da. Sizin de bir yerde olmuş olmanız yine aynı şekilde beni ilgilendirmiyor ama sizin gözaltına alınmış olmanızdan sonra bu benim ağrıma gitti, zoruma gitti. Bütün arkadaşlarımı tanıdığım için sizlerin yanında yer aldım.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Sağ olun.
SELÇUK ÖZDAĞ (Manisa) – Çünkü siz FETÖ’cü değildiniz, hepiniz ülkücüydünüz. Ben de ülkücüydüm. Ülkücülükleri tescil edilmiş arkadaşlarımın bu şekilde zan altında bırakılmalarını kabul edemezdim. Gerekli çalışmalarda hep yanınızda oldum.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Sağ olun.
SELÇUK ÖZDAĞ (Manisa) – Size sorum şu… Öncelikle, tebrik ederim, Fetullahçı terör örgütünü yıllar önce görerek bunlarla ilgili bir yazı yazdığınız için, kitap yazdığınız için. 1982 yılında Fetullahçı terör örgütü meselesini fark ettiğinizi söylüyorsunuz.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Evet.
SELÇUK ÖZDAĞ (Manisa) – Askerî okulda fark ettiniz. Bu girişler münferit miydi, yoksa örgütsel bir çalışma içinde mi sızmaya başlamı şlardı, onu fark ettiniz mi?
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Çok özür dilerim ama dikkatim dağılıyor burada telefonla konuşuluyor. Sorunuzu anlayamadım.
SELÇUK ÖZDAĞ (Manisa) – Münferit miydi bu, birkaç kişi miydiler, yoksa örgütsel bir yapı mıydı? Bu birincisi.
İkinci sorum: Siz neden Harp Okulundan atıldınız? Sizi atanlar Fetullahçı terör örgütü müydü, yoksa kimlerdi?
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Yok, o yıllar yoktu.
SELÇUK ÖZDAĞ (Manisa) – Sizi niçin attılar, niçin atıldınız?
Bir diğer sorum da Muhammet Çetin’den bahsettiniz ve bu yapının her türlü renge, her türlü kılıfa, kılığa girebildiğini söylediniz. Onlardan bir tanesi de Gökçe Fırat, Türk Solu Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Büyük ajanlardan, evet.
SELÇUK ÖZDAĞ (Manisa) – Önce “Türk Solu Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni bir evde intihar etti.” denildi, dosya kapatıldı ve o zaman da “Susun, yiğit adam uyusun” diyerek bir başlıkla çıktı bu Türk Solu Dergisi.
Ardından Türk Solu Dergisi Recep Tayyip Erdoğan’ı koydu. “Tam asılacak adamsın” dedi. Muhsin Yazıcıoğlu’nu koydu bir sayısında ölümünden sonra “İyi bilmezdik.” dedi. Ama Fetullah Gülen’i koydu “Fetullahçı örümcek ağı” dedi. Sanki zımnen övdü. Sonra ben 24’üncü Dönem milletvekiliyim, Muhammet Çetin’le yan yana odalarda kalıyoruz. Bu Gökçe Fırat’ı şöyle tanıdım. Büyük Birlik Partisinde Genel Başkan Yardımcısıydım bir sayı çıkardılar. Ey Türk! Kürtlerle evlenme, evlendiysen boşan, Kürtlerle alışveriş yapma ve azınlık yok, Türkiye'de Kürt sorunu yok, Kürt ayaklanması gibi bir başlıkla çıktılar. Bunun üzerine oturdum bunlara, bir yazı yazdım cevap yazdım. Bu ırkçılıktır, ayrımcılıktık. Hem “Türk” diyeceksiniz hem “sol” diyeceksiniz sonra kalkacaksınız ırkçılık yapacaksınız. Solun evrensel kurallarıyla da bağdaşmıyor bu. Ne Marksizm’le bağdaşıyor ne de başka fikirleriyle bağdaşıyor diyerek. Fakat bu mektup ulaşmadı. Çok uğraştım, böyle bir adres yok, böyle bir dergi yok, bir türlü ulaşamadım. Sonra milletvekili oldum. İşte, bu 17-25 Aralık oldu Muhammed Çetin partimizdeydi ve o günlerde Sayın Recep Tayyip Erdoğan sert çıkışlar yapıyor. Muhammed Çetin’le bir sohbette “Ben istifa etmeyeceğim, pazara kadar değil mezara kadar” falan deyince ben de ona şunu söylemiştim: “Senin yerinde olsam hemen istifa ederim, yarın istifa ederim çünkü siz bu operasyonu yapıyorsunuz.” demiştim ve ertesi gün bu Gökçe Fırat’ı bunun odasına girerken gördüm. Sonra bir tweet attım. “Zaman Gazetesi yayının Fetullah Gülen’in en yakın adamının Gökçe Fırat’la ne ilişkisi olabilir? “Türk Solu” ve ardından “Fetullah Gülen Cemaati” tırnak içinde söylüyorum. Sonra ardından Ekrem Dumanlı’yla bir görüşmesine şahit oldum, onu tweet olarak attım. Yani burada diyorum ki, sizin de demiş olduğunuz gibi, çok ciddi şekilde her yere sızan bir ajanlar grubu da var. Bunu nasıl yorumlarsınız ve niçin ordudan atıldınız? Onu da söylerseniz memnun olurum teşekkür ederim.
BAŞKAN – Teşekkür ederim.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Şimdi, niçin ordudan atıldım?
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) – Bir şey söyleyebilir miyim, çok kısa bir ek yapayım. Bir de tuttular “Ordu Göreve” diye pankart açtılar ondan sonra da on yıl boyuncu millet cumhuriyetçileri darbeci diye andılar.
SELÇUK ÖZDAĞ (Manisa) – Çok teşekkür ederim Aykut Bey’e.
Özür dilerim Başkanım.
Bu açanlara hiçbir tahkikat açılmadı ve daha sonra bu, bu kişilerle beraber gözaltına alınanlar serbest bırakıldılar, beraat ettirildiler. Ardından da bu yapı, bu pankart gündeme getirilerek daima birileri suçlanmış oldu. Burada yine aynı şekilde bu Fetullahçı terör örgütünün bağlantılarını gösteriyor.
Türkiye'de sağı solu birbirine karıştırmak veyahut da en azından bir hadise çıkarmak adına…
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Sağ olun hocam.
Önce 1980 öncesinde bu yapı bu kadar güçlü değil ama bu yapıların gönüllüleri vardı. Bu gönüllüler mahallerde, köylerde zeki, çalışkan çocukları bir şekilde tespit ederler ailelerine bu çocukların istikbali var biz bunlara özel ders verelim, sınavları hazırlayalım ama organize değil, birer… Bu şekilde yapılan bireysel çalışmalarla bunları genellikle kim yapar? Bir öğretmen yapar veya mahallenin imamı yapar. İşte, bir esnafı yüklenir bu işi ama çok organize değiller, çok seyrekler.
Harp okulundan niye atıldık? Yani şimdi, 12 Eylül koşullarında Kenan Evren diyordu ya: “Bir sağdan asın, bir soldan asın.” “Bunları asmayıp da besleyecek miydik?” dediği ortamda. Ben Türk milliyetçisi ve ülkücü olduğum için başka arkadaşlarım da vardı. Yani biz ülkücüler çok fazla atılmadılar devrimciler daha fazla atıldı. Şimdi, biz ayda bir o atılan, dün kavga ettiğimiz, birbirimize yan baktığımız o devrimci arkadaşlarımla en çok onlarla görüşüyorum çünkü onlar biraz durdular ama bazıları ülkücülükten atılıp da…
SELÇUK ÖZDAĞ (Manisa) – Sizi kim attı?
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – O zaman okul komutanı Fikret Küpeli’ydi dolayısıyla devlet başkanı… Beşli bir çete vardı biliyorsunuz generaller. Okul Komutanımız Fikret Küpeli’ydi, o attı. Ben şu anda daha çok o solculuktan atılan ama millî -vatansız solcu değil- olan, Kürtçülük yapmayan, bölücülük yapmayan o arkadaşlarımla en az haftada bir gün beraberim, bir araya geliyorum. Ne yazık ki ülkücülükten atılıp daha sonra bu cemaat tarafından devşirilen adamlar var, onlardan da nefret ediyorum.
Bir 12 Eylül referandumunda -burada milletvekilleri olarak sizler daha iyi bilirsiniz- askerî okullardan ve polis okullarından 12 Eylül sırasında herhangi bir sebeple atılanların geri dönmeleri ve en azından sınavsız okullara girmeleriyle ilgili bir hak doğdu. Bunun altını çizmek istiyorum çok önemli bu. Müracaat ettik, ben müracaat… Tabii, artık saçımız sakalımız ağarmış, 50 yaşını geçmişiz ama biraz da o günlerin hatırına dedik ki, haklarımızı hiç olmazsa alındığını bir görelim. Müracaat ettik, o esnada hocam, daha sonra tamamen duygusal meseleler yüzünden, maddi meseleler yüzünden bir iş güç kaygıları yüzünden, milliyetçilikten, ülkücülükten devşirilmiş cemaatçi olmuş kişiler geldi, beni buldu, dediler ki: “Ağabey seni listeye yazıyoruz.” Ne listesi? İşte, yasa çıkıyor ya. Şimdi, onların büyük bir bölümü çeşitli bakanlıklarda danışman biliyor musunuz? Ama ben “Sizin listeniz de batsın.” dedim, çok affedersiniz, küfür de ettim, bunları gönderdim.
Ben dâhil 8-10 arkadaşıma ve devrimci solcu arkadaşlarıma bize ret yazısı geldi. Diğerleri çeşitli bakanlıklarda danışman olarak çalıştılar, hatta üniversitelere sınavsız, vesairesiz girdiler. Bunun da araştırılması lazım.
SELÇUK ÖZDAĞ (Manisa) – Kitabınızda “İmamların Öcü”nde de daha sonra oraya atıfta bulunduğunuz yazılarınızda “Su uyur, Hulusi akar” diyerek bir başlık…
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Ya, onu ben söylemiyorum.
SELÇUK ÖZDAĞ (Manisa) – Hulusi Akar’ın Fetullah terör örgütüyle bir bağı vardır diye atıfta bulunuyorsunuz.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Bağı var demiyorum. Hulusi Akar’ın Kara Harp Okulu Komutanlığı döneminde öğrencilere yapılan baskılar var. Hulusi Paşa benim aslında uzaktan da yani bize hısımdır, akrabadır. Kayserili olarak bilinir ama Kayserili değildir. 1972 yılında nüfusunu babası Balıkesir Gönen’den Kayseri’ye almıştır, kendisi Kayseri doğumludur. Kayseri Lisesi mezunudur. Abdullah 3’üncü sınıftayken Kayseri Lisesi’nde Hulusi Paşa 1’inci sınıftaydı. Yani birbirlerini de eskiden beri tanırlar. Ben Hulusi Paşa’yla ilgili örgütle alakası vardır demedim ama onun sorumluluk alanlarında örgütün zemin bulduğuyla ilgili iddiaları dile getirdim ve hâlâ da o iddialarımın arkasındayım.
SELÇUK ÖZDAĞ (Manisa) – Alevilik ile Sünnilik mezhep değil biliyorsunuz.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Ben meşrep olarak.
SELÇUK ÖZDAĞ (Manisa) – Meşreptir.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Bakın “mezhep” demedim, “meşrep” dedim.
Dikkat ettiyseniz “meşreben” dedim.
SELÇUK ÖZDAĞ (Manisa) – Teşekkür ederim.
BAŞKAN – Teşekkürler.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Şimdi, efendim, sanıyorum Aykut Bey, sizin.
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) – Evet. Şimdi, ben de Selçuk Bey’in kaldığı yerden devam edeyim çünkü sizin kitabınızı okuyan insanlar sürekli sizinle sohbet etme şansına sahip değil ama kitabınızın 84’üncü sayfasında “Su uyur, Hulusi Akar” başlığında “TSK’daki paralel devlet yapılanmasındaki araştırmanın çoğunda yolların Hulusi Akar’ın kavşağında birleşiyor.” demişsiniz ve bu fikrinizi dillendirmişsiniz. Mesela, kitabın 88’inci sayfasında “Bu bir darbe planıdır” başlığında Ergenekon davasında ‘bu bir darbe planıdır’ raporunu sunan, 1994 mezunu Kurmay Binbaşı Ahmet Erdoğan’ın Hulusi Akar’ın icra subayı olduğu yazarak, bu görevlendirmede dönemin Genelkurmay Başkanı, Genelkurmaydaki Tümgeneral Muharrem Yavaş’a görev veriyor. Muharrem Yavaş İstanbul Bölge Komutanı Hulusi Akar’a, o, Kurmay Başkanı Serdar Savaş silsilesiyle Ahmet Erdoğan’ı görevlendirdiğini ve Ergenekon sanıkları tarafından gerçeğe aykırı olarak düzenlendiği iddiasıyla şikâyet edilen Erdoğan’ın yargılanmasını Hulusi Akar ve Metin İyidil tarafından engellendiğini belirtmişsiniz. Bunun gibi tespitleriniz var.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Evet, Doğru.
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) – Kitabınızı okudum.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Şimdi, o şahıs Ahmet Erdoğan firarda. Ya en son Londra’daydı, İngiltere’deydi 15 Temmuz sonrası gelmedi, gelemedi.
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) – Şimdi, sadece siz değil Mustafa Önsel de kitabında gerek Hulusi Akar gerek bazı üst düzey komutanlar hakkında bu tip şüphe doğuracak tespitleri var. Bu anlamda bütün bunları birleştirerek mevcut Genelkurmay Başkanımız Hulusi Akar’ın durumunu bir değerlendirir misiniz?
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Yani şimdi, bireysel olarak tabii ki değerlendirme derken şu anlamda söylüyorum. Ne yazık ki Türk Silahlı Kuvvetleri…
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) – Çok özür dilerim.
Şimdi, şöyle bir şey var Yavuz Bey. Bu kitapların şeyini okuduğumuzda Ergenekon, Balyoz, Askerî Casusluk davalarıyla Türk Silahlı Kuvvetlerinin boşaltıldığı. Bu Türk Silahlı Kuvvetlerinin boşaltılmasında Hulusi Akar’dan önce sicil ve terfi sırasına göre orgeneral ve Genelkurmay Başkanı olması gereken komutanların tamamının tasfiye edildiğini ve Hulusi Akar’ın ve diğer komutanların da bu süreçte önünün açıldığı ve Genelkurmayd aki kariyer planına göre, sicil planına göre kuvvet komutanı ve Genelkurmay Başkanı olması gerekenlerin tamamının tasfiye edildiği ve bu şekilde önlerinin açıldığına yönelik ciddi kitaplarda, ciddi tespitler var. Siz de bu tespiti yaptığınız için soruyorum.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Ben de yazdım evet.
Şimdi, Türk ordusunun bilenen tarihi iki bin üç yüz yıllıktır. Bu iki bin üç yüz yıllık tarihte bazı konular yönetmeliklere, yasalara, kanunlara yazılmamış olabilir ama teamül dediğimiz, gelenek dediğimiz gelenekler vardır.
Türkiye'nin son yıllarına baktığınızda Türk ordusunun önce geleneklerini yıktılar, teamüllerini yıktılar. Kulağının kenarından tek mermi geçmemiş adamlar soruların çalınmasıyla kurmay yapıldı. Çalınan sorularla askerî okullara soktuklarını kurmay yaptılar. Bir teamül vardır. Şimdi, Sayın Akar’ı burada yargılayacak değilim ama bir durum tespitinden bulunmak istiyorum.
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) – Amacımız Sayın Genelkurmay Başkanını yargılamak değil ama bu konuda bütün kamuoyunda yazılan kitaplarda böyle bir şey varsa Parlamentonun da şu cesareti vardır, bu soruları sorması gerekiyor.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Sormalıdır tabii.
Şu soruları da sorsunlar: Sayın Akar kaç defa kıta görevi yapmış.
Bakınız general olmanın terfi etmenin birtakım şartları vardır. Sayın Akar kuvvet komutanlığı yapmamış, ordu komutanlığı yapmamış tek Genelkurmay Başkanı değil mi?
Geçtiğimiz günlerde bir karar daha çıkarıldı. Yani dün burada dinlediğiniz Ümit Dündar Paşa –ki 15 Temmuzdaki tavrıyla tarihe geçmiştir, ben kendisini takdir de ediyorum ama- ne yaptılar, dediler: Kuvvet komutanı olmadan, bilmem ne olmadan da Genelkurmay Başkanı olabilir diye önümüzdeki günlerde Sayın Ümit Dündar’ın önünü açmak için öyle bir de yasa çıktı biliyorsunuz.
MUSTAFA SEZGİN TANRIKULU (İstanbul) – Kanun hükmünde kararname.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Evet, kanun hükmünde kararname.
Buna benzer o kadar çok hadise var ki. Bizim mesleğe, gazeteciliğe yeni başladığımız yıllarda -buradaki arkadaşlarım da bilirler, meslektaşlarım ama sizler de bu konuda mutlaka tecrübe sahibisiniz- kimin Genelkurmay Başkanı olacağı neredeyse on beş yıl önceden bilinirdi , değil mi? Bu gidişle şunlar ordu komutanı, bunlar kuvvet komutanı, bu da Genelkurmay Başkanı olacak. Bugün Türkiye’nin son on yılında, on beş yılında kimin yarın ne olacağı belli değil. Dünkü kuvvet komutanı bugün tutuklanıyor. Yani, o kadar kaotik bir ortamdayız ki. Dolayısıyla, Türk ordusunun iki bin üç yıllık geleneği berhava edilmiş. Kulağının kenarından tek mermi geçmeyen paşalar var bu ülkede ve geçip şimdi orduları yönetecekler, güvenlikle ilgili, terörle ilgili planlar yapacaklar.
Şöyle bir şey vardır askerlikte: Kurmayların masa başında ve harita üzerine diktikleri o iğneler arazide piyadenin bir tarafına batar diye. Araziyi hiç bilmeyen özel kalem müdürlüğü, yaverlik, karargâhlarda geçmiş ömürleri.
Düşünebiliyor musunuz, bu darbecilerden –ben bu kitaplarda yazdım Ankara’da yirmi yedi yıl aralıksız personel şubede görev yapıyor. Şimdi, bir tane personel başkanı vardı, yani tuğgeneral oluyor, kıtaya gidiyor, kıta hizmeti iki yıldır, hemen getiriyorlar karargâha. Sonra ne yapıyorlar?
Tümgeneralliğe terfi ettiriyorlar. Onun bulunduğu personelin TMK’sı yani kadrosu tuğgeneral, hemen bir yönetmelik değişikliği, tümgeneralliğe getiriyorlar, adam üç yıl, beş yıl orada kalıyor.
MUSTAFA SEZGİN TANRIKULU (İstanbul) – Mehmet Dişli mi?
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Evet, Şaban Dişli’nin de kardeşidir. Bunun nasıl general yapıldığıyla ilgili de bir sürü hadiseler var. Şimdi, tabii, AK PARTİ milletvekili, Genel Başkan Yardımcısının kardeşi olduğu için belki zülfüyâre dokunuyor olabilir ama ben Şaban Dişli’nin kardeşini nasıl korumaya gayret ettiğini biliyorum, 28 Şubat dönemi dâhil ama son yıllarda da nasıl general yapıldığıyla ilgili de çok şey konuşuluyor, elimde tabii belge olmadığı için bu konuya girmeyeyim.
ZEKERİYA BİRKAN (Bursa) – Çok özür dilerek söz aldım ama.
BAŞKAN – Buyurun Zekeriya Bey.
ZEKERİYA BİRKAN (Bursa) – Şimdi, ordunun geleneklerinden bahsettiniz ve son çıkan kanun hükmünde kararnamenin yanlış olduğunu söylediniz, eleştirdiniz. Şimdi, bir şey soracağım.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Bakın, yanlış olduğunu söylemedim. Bana kalırsa -çok özür dilerim, parantez açayım- 15 Temmuz gecesi esir alınmış, kafasına silah dayanmış, kelepçe takılmış o komutanların hiçbirisinin o makamlarda durmaması lazım, bir dakika bile durmaması lazım. Bana kalırsa öyle.
ZEKERİYA BİRKAN (Bursa) – Ben onu değil de şunu söyleyeceğim: Şimdi, şöyle, ordudan bahsettiniz. Cuntacıların, 60 cuntasını yapanların anılarına baktığımız zaman, işte cunta kurduklarında filan arkadaşını filan yere, falan arkadaşını da filan yere atayıp yukarıya doğru yani ordunun üst kademesine doğru bir ilerleyiş var. Çünkü niye? Bir hiyerarşi var, yani birini sıraya soktuğunuz zaman, uçağın havalimanından kalkması gibi ya da arabanın gitmesi gibi yani on yıl sonra, on beş yıl sonra kimin genelkurmay başkanı, kimin kuvvet komutanı olacağı belli bu sisteme göre. Ve ne var burada da? İşte, bir çalışma var. Tabii, bunu daha önceki darbeciler de kullanmışlar. İşte, bunun istisnası nedir? Özal’ın Üruğ Paşa’yı yapmaması belki o dönem için de. Tabii, son darbeciler, FETO’cular da aynı yöntemi kullanmışlar. Yani ne yapmışlar? Sürekli ordunun üst kademesine doğru kendi adamlarını, kendi terörist elemanlarını sokmaya yönlendirmişler. Peki, bu düzenleme buna bir önlem olmaz mı sizce?
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Umarım olur.
ZEKERİYA BİRKAN (Bursa) – Çünkü niye? Artık hiç kimse şunu bilemeyecek…
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Fakat liyakat diye bir şey var. Bakın, liyakat diye bir hadise var. Şimdi, ordu geleneklerinde, bu terör örgütü sızarak bu gelenekleri ortadan kaldırırken liyakat sistemini de bozdu. Şimdi, 60 darbesinden söz ediyorsunuz ama, ben hem atılmış bir asker olarak, içimde ukde kalmış bir asker olarak hem gazeteci olarak bu darbelerin tarihini çok çok iyi araştırdım. Merhum Alparslan Türkeş’ten de bu darbelerin perde arkasını uzun röportajlarla, aylar süren röportajlarla yazdım geçmiş yıllarda.
Bakın, bugün burada eski Genelkurmay Başkanı vardı ve yine dün 21 Mayıs -22 Şubat Talat Aydemir ihtilalinden kısa söz edildi. O ihtilalde teğmen olanlar, harp okulu öğrencisi olanlar hâlâ hayattalar, hâlâ o darbeye katılanlarla birçoğu ile- ben görüştüm. O günkü koşullarda, iletişim çağında yani Binbaşı Fethi Gürcan Çankaya Köşkü’nü sarıyor, Bakanlar Kurulu içeride, istese hepsini enterne edip tutuklayabilir ama diyor ki: “İsmet Paşa içeride, nasıl yapacağız? Senelerini bize vermiş, bizim komutanlığımızı yapmış. Bırakın, evlerine gitsin herkes.” Öyle bir insani durum var, bugünkü gibi buraları bombalamıyorlar. Talat Aydemir ihtilalinde hiç halka kurşun sıkılmış mı?
ZEKERİYA BİRKAN (Bursa) – Bu darbecileri mazur göstermez ki.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Hayır, bakın, öyle bir şey söylemiyorum. Asla, ben de karşıyım. Ben bir darbe mağduruyum yani, ben de karşıyım ama bunlar kadar canavar değiller en azından. Bunlar kadar canavar değiller.
BAŞKAN – Aykut Bey, söz sizdeydi, tamamlarsanız…
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) - Şimdi, birincisi şöyle bir şey: Türk Silahlı Kuvvetleri bu ülke ve halk için çok önemlidir; bundan hiçbirimizin şüphesi yok, göz bebeğimiz gibi bakmalıyız ama göz bebeğimiz gibi bakarken de bunun böyle eksiklerini, bilmem nelerini gündeme getirmeyerek sonradan çok üzücü sonuçlarla da… Burada bir dengeyi kurmak zorundayız. Mevcut Türk Silahlı Kuvvetleri…
BAŞKAN – Gözümüze iyi bakacağımıza göre, ona zarar verecek ne varsa temizlenmesi için de çalışmalıyız diyorsunuz.
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) – Tabii, tabii. Bunu, bir de, böyle bize karşı bir şey yaptı diye değil, bir eğilim olarak yapmak lazım çünkü bu Türk Silahlı Kuvvetleri en büyük yarasını bu darbede almadı, Ergenekon’da aldı. O Ergenekon’da aldığı yaralı hâliyle bu hâle geldi zaten Türk Silahlı Kuvvetleri.
Bunu tespit etmek lazım. Türkiye Cumhuriyeti’ne savaşlardan daha büyük zararı bu Ergenekon, Balyoz gibi davalar… Onun sonucudur bunlar. Bunun da daha sonucu olabilir zaten, onun için çok ciddi bir iş yapıyoruz.
Şimdi, sorun şu: Bir, bu Ergenekon, Balyoz, askerî casusluk davalarıyla ordunun büyük bir şeyi tasfiye edildi, ordudaki kariyer planları değiştirildi. Tabii, biz şimdi sürekli kuvvet komutanları hakkında konuşuyoruz veya ordunun üst komutanları hakkında konuşuyoruz ama onlara görevini yaptırmayan siyasi ortamı da başka bir zaman konuşacağız, onu bir rezerv olarak koyuyorum çünkü bu kadar subay atılırken, bilmem ne yapılırken onlar da herhâlde siyasetten bağımsız olmadıklarını… Çünkü çok büyük ihtimalle konuşamıyorlar şu an itibarıyla ama o siyasi ortamı görmezden gelerek de bir şey söylemek mümkün değil yani ellerini attıklarında dinsizlikle suçlanan bir ordunun… Bugün Hilmi Özkök çok önemli bir şey diyor: “Korkuyorduk.” diyor.
Yani bu ülkede adı konulmamış bir baskı var, bu ülkede özellikle laiklere, laiklik eğilimi olanlara çok ciddi bir baskı var ve Hilmi Özkök bugün itiraf etti onu, o da kayıtlara geçecek çünkü Türkiye’de laiklerin korkusunu hiç kimse konuşmadı, herkes 28 Şubatı konuştu.
RAVZA KAVAKCI KAN (İstanbul) – Cenazeye gitmeye…
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) – Evet, cenazeye de gitmeye korkuyor.
Bu ülkede bir korkutma olduğunu, bunun da tek taraflı olmadığını da söyleyecek kadar namuslu bir adamımdır ben siyasette. Bu karşılıklı korkutma işinin… Zaten bu korkularımızı yükselte yükselte bu noktalara geldik. O korkular yükseldiği için koskoca bir siyasal parti gitti de bir cemaat grubuna teslim oldu. Şimdi, sorum şu: Bu korkular yükseltilerek Türk Silahlı Kuvvetlerinde, şu anda darbeden boşalmış yerlerde Işıkçılar, Okuyucular, İlim Yaymacılar, Hak Yolcular gibi gruplar da görev almaya çalışıyor mu? Benim duyduğum kadarıyla orduda bir subayın liyakati yani savunma sistemlerini bilmesi, silah kullanma sistemlerini bilmesi, ülkesini, halkını sevmesi gibi şeylerin dışında şu an itibarıyla başlıca orduda olmak üzere emniyette ve diğer bütün bürokraside görev alabilmek amacıyla kendisine Okuyucu diyen, İlim Yaymacı diyen, Hak Yolcu diyen çeşitli grupların etkin olmaya çalıştığını ve bunun da delillerini koyduğunu ve bunun da ülkede en sonunda topyekûn bir çözülme ve çöküşe gideceği yönünde sizin de kaygılarınız var mı?
Teşekkür ediyorum.
BAŞKAN – Ben teşekkür ederim. Buyurun.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Tabii ki var. Geçtiğimiz günlerde tutuklu bir yarbay savunmasında ne diyor biliyor musunuz? “Ben cemaatçi değilim asla, hiç Fetullahçı olmadım ama Malatya’da görev yaparken Okuyucular olarak bilinen tarikatın çeşitli toplantılarına gittim, onlarla intisabım var.” diyor.
Bakın, yani kendisini kurtarabilmek için.
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) – Çok özür dilerim. Bir savcı da konuşmasında şunu söylüyor: “Beni Fetullahçı diye açığa aldılar kardeşim, ben Süleymancıyım.”
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Tabii, tabii.
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) – Ve Süleymancıyım diyerek bir şeyde kendi aidiyetini başka bir yere koyuyor, savcı Fetullahçılıktan çıkarsa acaba Süleymancılıktan… Çünkü bir savcı cumhuriyetin savcıdır, bir ordu Türk Silahlı Kuvvetlerinin şeyidir…
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Ama prim yapıyor.
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) – Yarın öbür gün çünkü hepimizde Süleymancılar da çıkabilir, İlim Yaymacılar da çıkabilir, bilmem ne de çıkabiliyor. Tarafsız ve bağımsız olmak zorundayız.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Bugünlerde prim yapan Menzilciler.
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) – Çünkü Selçuk Bey de sürekli şeyi uyarıyor, Işıkçılarla Nurcular farklı falan diye ama arkadaşlar bu Türkiye Cumhuriyeti’nin karşısındaki en büyük tehlike. Bunu bir kere yaşadınız, bir daha yaşamayın diye söylüyorum.
Teşekkür ederim.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Ve şu günlerde prim yapan Menzilciler tabii.
Yani gitti FETO, geldi Menzil. Yarın kim olur?
BAŞKAN – Şimdi, en güzeli mensubiyetleri, herhâlde örgüt farkını ortaya koymak çünkü siz de sunumunuzda, dün Sünni’ydim, meşrep olarak bugün Aleviyim, övünç duyuyorum… İnsanların demokratik hukuk devletinde düşüncesini, inancını, mezhebini, meşrebini meşru zeminde tartışmamak ama devlete sızma, devlette yapılanma, devlette örgütlenme, devlette bir darbe girişimi veya ehliyet, liyakat dışında bir yapılanma olduğunda tabii ki devlet olarak hepsine mesafeli ve ehliyet, liyakati esas alan bir seviyede bakmak sanıyorum en doğru olanı. Bunda da hemfikiriz diye düşünüyorum.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Tabii ki.
BAŞKAN – Buyurun, bu konuda Aykut Bey’e…
Bir saniye efendim…
ALİ ŞEKER (İstanbul) - Liyakat değil cemaat üzerinden tekrar buna benzer bir yapılanma geliştirildiği için biz konuşuyoruz, dikkate de almak zorundayız.
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) – Ali Şeker, İstanbul Milletvekili.
BAŞKAN – Biliyorum, biliyorum Ali Bey’i. Sadece, sizin soruya cevap verdi mi? Yavuz Selim Bey, tamam mı?
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ – Verdim galiba.