Ülkemiz halen, TSK içindeki cuntacı bir grup tarafından kalkışılan ve engellenen darbe girişiminin yarattığı şiddet gecesinin etkisi altında. Yetkililere göre, 100’den fazla darbeci öldürülürken 208 kişi de darbe girişimine karşı çıkarken yaşamını yitirdi.
İlk günden itibaren medyaya ve sosyal medyaya yansıyan haberleri okurken birçoğumuz hayretler içinde kaldık. Bazen gözaltına alınanların kimliği üzerinden bazen darbeye karşı çıkmak için sokağa çıkan halkın üzerine sürülen tanklar, çevrilen namluları endişeyle gördük. Endişelerimiz bununla da sınırlı değil elbet. "Tatbikat", "terör saldırısı" gibi gerekçelerle emir verilerek sokağa çıkarılan askerlerin halkla karşı karşıya geldiğinde düştüğü içler acısı durumu da gördük. Olayın farkına varıp teslim olan askerlere uygulanan şiddet ise endişelerimizi daha da arttırdı.
Sokağa davet edilenlerin içinde “FETÖCÜ ve Laikçi köpeklere haddini bildirmeye gidiyoruz” diyen sarıklı, cüppeli ve sakallı grupları görünce endişelenmenin yetmeyeceğini gördük. Demokrasimizin ve anayasamızın en önemli ilkesi olan laiklikle sorunu olanların darbecilerin yanına laiklik hassasiyeti olanları da yerleştirdiklerini izlerken hedefin yalnızca cuntanın bileşeni olan hainler olmadığı duygusuna kapıldık.
Derken gözaltına alınan yüksek rütbelilerin sorgu görüntüleri saçılmaya başladı ortalığa. Kimisi darbe girişimi esnasında gözaltına alınırken, kimisinin ise gözaltında maruz kaldığı şiddetin izlerine tanık olduk. İfadeler çarşaf çarşaf servis edilmeye başladı. Aklımıza geçmişteki kumpas davalarda kurulan medya mahkemeleri geldi. Gözaltına alınmış veya tutuklanmış olmak hain ve darbeci olmak için yeterli görüldü yine.
Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi için iç karartıcı sonuçlar yaratan bir askeri darbeler tarihi var. Ülkemiz hala 12 Eylül darbesinin yarattığı travmalarla yaşıyor. Darbenin ardından ülke idaresine el koyan askeri yönetim üç yılda yüz binlerce keyfi gözaltı ve yaygın işkence, yargısız infaz ve 50 ölüm cezası infazı gerçekleştirmişti.
Bizler böyle bir trajedinin tekrar gerçekleşmemesi dileğimizle "iktidarda kimin olduğuna bakmadan" ilkesel olarak darbelere karşı çıkmayı görev biliriz. Ülkemizde, geçmişte darbelerle yaşanan travmaların yeniden yaşanmaması için bu süreçte sorumlu davranmak zorunluluğu hepimizin önünde bir görev olarak duruyor.
Bu nedenle kaynağı kim olursa olsun toplumsal kutuplaşmayı arttıracak, provokasyon kokan haber ve paylaşımlara karşı dikkatli olmak zorundayız.
Önümüzdeki süreçte;
Darbe girişiminin nasıl gerçekleştiği, kimlerin sorumluluğu olduğu ve onu takip eden şiddet etkin bir şekilde soruşturulmalı ve tüm sorumlular adil yargılanmak üzere adalet önüne getirilmelidir. Kumpas davalar sürecinde göz ardı edilen "masuniyet karinesi" önümüzdeki süreçte ihmal edilmemelidir.
TSK ve devletin diğer kurumlarını iliklerine kadar istila eden bu hainlerin o mevkilere gelmesi, kurumlar içinde yuvalanmasında ihmali ve dahli olanların vebali göz ardı edilmemelidir.
Tüm Türk Silahlı Kuvvetlerini darbe girişiminin bir parçası gibi gösterme çabalarına karşı uyanık olunmalı, TSK’nın itibarsızlaştırılmasına çalışanlara fırsat verilmemelidir.
Bu kadar karmaşık bilgilerin ortalıkta dolaştığı bir ortamda gözaltına alınan ve tutuklananların içinde; Askeri hiyerarşinin katı yapısı nedeniyle bilmeden darbe faaliyetlerine katılmak zorunda kalanların olabileceği göz ardı edilmemelidir.
Geçmiş askeri darbe yöneticilerinin de bir araç olarak kullandığı ölüm cezasının yeniden yürürlüğe konması taleplerine ihtiyatla yaklaşılmalı. Evrensel hukuk kuralları gereği ölüm cezası geri getirilse bile yürürlüğe girdiği tarihten önce işlenen suçlara uygulanamayacağı unutulmamalıdır.
Yani ölüm cezası dün ve bugünümüzü değil geleceğimiz etkileyecek bir uygulama olacaktır.
Huzur ve barışın egemen olacağı bir Türkiye için, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve yargı da dâhil kurumların bağımsızlığı ve etkinliğine saygı güçlendirilmeli ve Cumhuriyetin temel değerleri korunmalıdır.
Saygılarımızla.